Merhaba, bugün Salih Akdemir’in Kur’an’a Dilbilimsel Yaklaşımlar isimli eseri üzerine konuşacağız.
Devam eden satırlarda yazardan ve kitabın içeriğinden ana
hatlarıyla bahsettikten sonra savunulan görüşleri tartışacağız lakin tüm
bunları yapmadan evvel kitabın “olayı”nı anlatmam gerektiğini fark ettim. Zira
birkaç sayfa yazdım ama okuyucunun halen neyden bahsedildiğini anlamadığını
fark ettim :)
Yazar “Kur’an’a Dilbilimsel Yaklaşımlar” kitabında bulunduğumuz
asırda Kur’an’ın nazil olduğu ortamdaki anlamıyla anlaşılmadığını, yani bugün
Kur’an’dan anladıklarımızın ilk muhatapların anladıklarından tahrife varan
ölçüde farklılaştığını savunmakta ve bunu da kelimelerin kök anlamlarının
günümüzde kaybedilmesine, elimizdeki mevcut sözlüklerin bu kök anlamları
yansıtmaktan uzak olmasına bağlamaktadır. Köklerin asıl anlamlarına
ulaşılmasında çözüm önerisiyse köklerin Arapçanın da mensubu bulunduğu Sami dil
ailesini oluşturan diller içerisinde izinin sürülmesidir.
Bu görüşlerin tartışması yazının devamında yapılacaktır.
Kitabında kendisi hakkında verilen bilgelere göre merhum
Prof. Dr. Salih Akdemir 1950 yılında doğmuş ve 2014 yılınca vefat etmiş. Ankara
İlahiyat mezunu olan Akdemir, ilk doktorasını Fransa’da hukuk alanında Roma ve
İslam hukukunu mukayese ederek yapmıştır. İkinci doktorasınıysa Ankara
Üniversitesinde tefsir alanında yapmıştır.
Arapça, İbranice, Süryanice, Aramice, Akadça, Latince,
Klasik Yunanca, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, İngilizce,
Almanca, Boşnakça bilen (toplam 14 dil) Salih Akdemir, 30 kadar dille
ilgilenmiştir.
Sami dilleriyle olan ilişkisiyse 90’lı yıllara kadar
uzanıyormuş. Bahsini edeceğimiz kitap da bu merakın ürünüdür.
Ayrıca kendisi Ankara Üniversitesi bünyesinde lisans ve lisansüstü
derslerde Sami dillerinin yanında Yunanca ve Latince de okutmuştur.
Aynı çalışmanın bir ürünü olarak üniversite bünyesinde Sami
Dilleri Araştırma Merkezinin kurulması için adımlar atmıştır.
Ömrünün son 5 yılını Kur’an’daki kelime köklerinin aslî
karşılıklarını karşılaştırmalı Sami dilleri metoduyla bulmaya adayan Akdemir’in
“Kur’an Sözlüğü” projesi de maalesef yarım kalmıştır. [1]
Hakkındaki verdiğim bilgilere herhangi bir yerden
ulaşılabileceği için burada kesmeyi uygun görüyorum.
Akdemir’in bahsini edeceğimiz kitabı “Kur’an’a Dilbilimsel
Yaklaşımlar” kendisinin ölümünün ardından, 2017 yılında basılabilmiştir.
Öğrencilerinin aktardığı bilgilere göre multidisipliner ve dağınık çalışan
Akdemir’in ömrü çalışmalarını tamamlamaya vefa etmemiştir. [2]
“Kur’an’a Dilbilimsel Yaklaşımlar” isimli kitap öğrencilerinin
Akdemir’in notlarından derlemesiyle vücut bulabilmiştir. Kitabın giriş
bölümünde de bahsedildiği üzere kitabın sonlarına doğru tekrarlar
yoğunlaşmakta, yarım bırakılmış yerler göze çarpmaktadır.
Ama bu haliyle dahi kendisinden istifade edilebilecek bir
kitap olduğu kanaatindeyim.
Kitabının Giriş bölümünde çevirinin, çeviri olması hasebiyle
taşıdığı sorunlara modern gelişmeler ışığında değinen Akdemir, Kur’an
çevirileri için bir yöntem önerisinde de bulunmaktadır. Esasen bahsini
ettiğimiz kitap da bu yöntem önerisinin tamamlanmamış bir ürünüdür. Hatta bir öğrencisinden
öğrendiğimize göre geliştirdiği yönteme dair bir usul kitabı yazma projesi de
olan Akdemir’in maalesef bu eseri yazmaya da ömrü yetmemiştir. [3]
Birinci bölümde Kur’an’ın diğer ilahî kitaplar üzerindeki
müheyminlik ve musaddıklık işlevinin neleri kapsadığı konusunda kendi
zaviyesinden görüşler serdeden Akdemir, devam eden sayfalarda görüşlerini Yunus
kıssası ve “semi’na ve ‘aseyna” örnekleriyle örneklemektedir.
Birinci bölümün son başlığında “Kur’an’ın çevrilebilirliği
sorunu” ayrıca ele alınmakta ve kanaatimce kitabın bütünlüğü bozulmaktadır. Bu
kısım giriş bölümüne yahut giriş bölümünün devamına yedirilebilirdi.
“Art Süremli Semantik Araştırmaların Önemi” başlıklı ikinci bölümde,
giriş bölümünde verilen bilgilerin genişletildiği görülmektedir.
Devam eden sayfalarda Kur’an çevirilerinde yöntem sorununa
değinen Emin el-Hûli ve Dücane Cündioğlu’nun görüşlerine yer verilip
değerlendirmelerde bulunulmaktadır.
Sami dilleri ve araştırmaları hakkında, görüşlerini ve
görüşlerin pratiğe dökülmüş halini gene ikinci bölümde izlemekteyiz.
Eser birtakım kelimelerin Eski ve Yeni Ahitlerde, Kur'an'da ve Sami
dillerinde izini sürerek mini bir sözlük oluşturup bitmektedir.
Yazar yukarıda kısaca özetlediğim çalışmasını şu görüşler
üzerine kurmaktadır:
Mevcut şartlarda Kur’an’ı peygamber ve ashabının anladığı
gibi anlama imkânımız bulunmamaktadır. Bunun sebebiyse eldeki sözlüklerin
yetersiz oluşudur. Örneğin 13. yüzyılın sonlarında yazılmış oldukça hacimli bir
sözlük olan Lisanül Arab, sözcüklere adeta anlam boca etmektedir. Hicri 7. yüzyılda
yaşamış birisinden aktarılan anlamla hicri 3. yüzyılda yaşamış birisinden aktarılan anlam
beraber zikredilip birleştirilmektedir.
Yazara göre diğer sözlüklerde de durum farklı değildir. Zira
kronolojik bir sözlüğümüz maalesef bulunmamaktadır. Ayrıca yazara göre
kronolojik sözlük de işi çözmeyecektir. Zira kelimelerin zaman içerisinde
kazandığı yahut yitirdiği anlamlar önemli olduğu kadar; anlam değişikliğine sebep
olan etkenlerin de tespit edilmesi gerekmektedir.
Yazar burada Emin el-Hûli’nin görüşlerine birkaç nokta dışında
aynen katıldığını ifade etmektedir. Hûli’nin görüşlerinin özeti şu şekildedir: “Yapılması
gereken ilk ve en önemli iş Kur’an’ın edebî tefsirini yapmak olmalıdır. Diğer tüm
tefsirler ancak bundan sonra yapılabilir. Zira Kur’an’dan anladıklarımızda
fevkalade yanlışlar mevcuttur. Kelimelerin kök anlamları bugün yitirilmiş
durumdadır ve bunun çözümü de her araştırmacının bireysel çabasına kalmıştır.”
Akdemir, Hûli’nin görüşlerini değerlendirirken Hûli’nin
gözden kaçırdığı birkaç noktaya dikkat çekmektedir. Yazara göre Hûli’nin çözüm
olarak sunduğu şey esasen bir çözüm değildir. Zira geçmiş ve çağdaş
alimlerimizin kelimelerin ardına düştüğüne yazdıkları eserler şahittir ama
sonuç ortadır. Sunulan çözüm geçmişten kalmış birkaç eserin tekrar tekrar
okunmasından öteye gitmemektedir. Hatta Akdemir, cahiliye şiirlerinin de
Emeviler döneminde derlendiğine dikkat çekerek(sf. 168) aslında cahiliye
şiirlerinin de bizi bir sonuca götürmekten uzak olduğunu ifade etmektedir.
Akdemir'in çözümüyse şudur;
Evet elimizde Arapça yazma yoktur. Arapçanın en eski yazılı
eseri Kur’an’ı Kerim ve birkaç taşa yazılmış birkaç satırdır. Ama Arapçayla
aynı dil ailesine mensup Akadçada durum böyle değildir. Akadça yazmalar m.ö.
2600’lü yıllara kadar gitmektedir. Hatta (gene yazara göre) Eski ve Yeni Ahit
de kendisinden faydalanmak için müsaittir.
Aslında hocamıza göre cennete girmek için Müslüman olmaya
gerek yoktur. Anladığım kadarıyla hocamız Eski yahut Yeni Ahit’e iman edenleri
de cennetlik olarak görmektedir. Bu uzun bir tartışma lakin hocamızın
görüşlerini temellendirebilmesi için Müslüman olmayanların da cennete
girebileceğini kabul etmesi gerektiği açıktır. Zira kendisi Eski ve Yeni Ahit’i
Kur’an kelimelerinin anlamlarını belirlemede “otorite” olarak kabul etmektedir.
Bu konu ilerleyen satırlarda tartışılacaktır.
Hatta hocamız devam eden sayfalarda adeta hızını alamamış ve Kur’an’ın da tahrif edildiğini söylemiştir. Kendisi Bakara 93’teki “semi’na ve ‘asayna” ifadesindeki ‘asayna sözcüğündeki sad harfinin sin ile yazılması gerektiğini savunmaktadır. Zira ‘asayna “isyan ettik” anlamına gelirken sad yerine sin koyduğumuzda “yaptık, yerine getirdik” anlamına gelmektedir. Bu anlamsa hem bağlama hem de kıssanın Eski Ahit’te anlatılan formuna uygun olmaktadır. Zira Eski Ahit’te aktarılana göre Musa’nın kavmi “işittik ve yerine getirdik” demiştir. Yazar, Kur’an’ın Eski Ahit’ten aktarım yapmak istediğini söyleyerek Eski Ahit’teki kıssayı anlatıldığı haliyle tasdik etmek istediğini ima da etmektedir.
Lakin hocamızın burada gözden kaçırdığını düşündüğüm nokta
şudur ki;
Yahudiler kelimelerin anlamlarını, yerlerini değiştirmekte
ve kitabı elleriyle yazmakta pek mahirdirler. Hocamız niçin sad-sin değişiminin
Kur’an’da olduğunu söylemektedir de bu tahrifin Eski Ahit alimleri tarafından
Eski Ahit’e yapıldığını aklına getirmemektedir? Eski Ahit korunmuştur da Kur’an
korunmamış mıdır? Üstelik hocamız sf. 188’de Kutsal Kitab’ı değiştiren yazıcılardan
da bahsetmiştir. Kitab’ının bir bölümünüyse Eski Ahit’ten çıkarılan kısas
cezasına ayırmıştır. Yani Eski Ahit’in tahrif edildiğini kabul etmiştir ama
nasıl bir mantıkla tahrif edilmiş bir kitapta anlatılan haliyle çelişmesin diye
“Kur’an’ın yazıcıları kelimenin sin haline alışık değilmiş demek ki” şeklinde
bir mantık yürütülebilmiştir? Anlamak gerçekten güç.
Kur’an mı Tevrat’ın hamisidir, yoksa tahrif edildiği hocamız
tarafından da kabul edilen Eski Ahit mi Kur’an’ın hamisidir?
Ayrıca Kur’an’da anlatılan pasajın bütünüyle Eski Ahit’teki
anlatıma matuf olduğu sanısına niçin kapılınmıştır? Allah teala mezkur ayette
Eski Ahit’te bulunmayan bir noktaya dikkat çekiyor olamaz mı? Ahalinin hepsi mi
“gerçekleştirdik” dedi? İçlerinde birileri “isyan ettik” de demiş olabilir mi? Özetle,
Kur’an Eski Ahit’teki olayı bütünüyle aynı bakışla anlatmak zorunda mıdır?
Hocamız Bakara 93’e dair çıkarımlarını yanlışlayan Nisa 46. ayetle
ilgiliyse hayli ilginç çıkarımlarda bulunmaktadır.
Önce Bakara 93 ve Nisa 46’yı anımsayalım:
Bakara 93: Hani sizden misak almış ve Tur'u üstünüze
yükseltmiştik (ve): "Size verdiğimize (Kitaba) sımsıkı sarılın(bikuvvetin –
kuvvetle) ve dinleyin" (demiştik). Demişlerdi ki: "Dinledik ve baş
kaldırdık.(‘asayna)" İnkarları yüzünden buzağı (tutkusu) kalplerine
sindirilmişti. De ki: "İnanıyorsanız, inancınız size ne kötü şey
emrediyor?"
Nisa 46 çevirisi zor bir ayet. O yüzden bir çok parantezle
beraber vereceğim.
Nisa 46: Kimi yahudiler, kelimeleri 'konuldukları
yerlerden' saptırırlar ve dillerini eğip bükerek ve dine bir kin ve hınç
besleyerek: "Dinledik ve karşı geldik(‘asayna – عَصَيْنَا)
İşit, -işitmez olası- ve 'Raina' bizi güt, bize bak" derler. Eğer onlar:
"İşittik ve itaat ettik(‘asayna - عَصَيْنَا
değil de, et’ana – أَطَعْنَا deselerdi), sen de işit ve 'bizi
gözet (unzurna)' deselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı ve daha
doğru olurdu. Fakat Allah, onları küfürleri dolayısıyla lanetlemiştir. Böylece
onlar, az bir bölümü dışında, inanmazlar.
Burada Süleymaniye Vakfı’nın yaklaşımını benimsiyorum.
Bakara 93’teki emir verileni kuvvetle tutmak ve dinlemek. Yani Allah onlara
verdiği (kitaba) sarılmalarını ve onu dinlemelerini, duymalarını istiyor. Ama
burada sarılma emrini “kuvvet” kelimesiyle veriyor. Yahudilerin verdiği cevapsa
Asayna. SV’nin aktardığına göre bu kelime çift anlamlı bir kelime. 2 zıt anlamı
barındıran bir kelime. Bir anlamı “tutmak, sarılmak” iken diğer anlamı “isyan
etmek”. Yani Yahudiler dillerini eğerek emri çarpıtıyor.
Gene Nisa 46. Ayette kullanılan “semi’na” kelimesini de
dillerini eğip büküp, uzatarak, kısaltarak “dinlemez olası” anlamına gelecek
şekilde telaffuz ediyorlar.
Aynı durum “raina” kelimesi için de geçerli. Allah da “böyle
münafıklık yapıp ikircikli konuşacağınıza muhkem konuşup “et’ana” deseydiniz
anlamı çarpıtmazdınız” diyor adeta.
Hocamız ise Nisa 46’da Allah’ın Yahudilere tavsiyesi “şöyle
yapsaydınız daha iyi olurdu” şeklinde geldiği için “Daha iyi, iyinin
ziyadesidir. Yani önceki kullanım da kötü değildir” gibi anladığını (sf. 73) ve
ayeti “Araplar sizin kullandığınız kelimelere aşina değil, Sin’le Sad’ı
birbirine karıştırıyorlar aranızda anlaşmazlık oluyor siz Arapların anlayacağı
kelimelerle konuşun bu daha iyi olur” olarak anladığını söylemektedir. (sf. 67-68)
Peki hocamız benzer bir mantıkla “kat kat artırılmış ribayı
yemeyin” (3.130) ayetinde “kat kat değil de tek kat artırılmış ribayı yesek
olabilir” şeklinde bir açıklama yapmakta mıdır? Bildiğim kadarıyla böyle bir
açıklaması ve kanaati yoktur hatta öğrencisinden öğrendiğimiz kadarıyla (3 defa
atıf yaptım, başka da kaynak yok zaten. O makale işte. Tekrar tekrar aynı
makaleye numara vermeyeyim di mi) hocamız faiz konusunda ziyadesiyle hassastır,
maaşını bankaya yatar yatmaz çekmektedir çünkü kazancının faize bulaşmasına
tahammülü yoktur. Hocamızın faiz konusundaki samimiyetinden şüphe etmemekteyim, Allah ecrini
verecektir. Ama umarım kastım anlaşılmıştır.
Hocamız mezkur ifadelerinden sonra Abdülaziz Bayındır’ın
konuya dair açıklamalarını dile getirmekte ve hocanın hata ettiğini
söylemektedir. Hatasının gerekçesi olarak da Bayındır’ın İbranice metinde geçen
ifadeyi sin’li olarak değil de sad’lı olarak okuduğunu sunmaktadır.
Bahsini ettiğim sayfa 74. sayfadır. Akdemir’in Bayındır’ı
tenkitindeki argümanlarını tam olarak anlayamadığımı sanıyorum. O sebepten
ilgili sayfanın fotoğrafını buraya aynen koyuyorum.
Bence burada hocamızın temel hatası tahrif edildiğini
kendisinin de kabul ettiği Eski Ahit üzerinden Kur’an’ı anlamaya çalışmak,
kelimelere takla attırmakta pek mahir olan Yahudilerin kelimelere yüklediği
anlamları otorite kabul etmektir.
Hocamız kitabın ikinci bölümünde Emin el-Hûli ve Dücane
Cündioğlu’nun görüşlerine nispeten daha geniş yer vererek kitabın ana gövdesini
oluşturan sorunu biraz daha açmıştır. Esasen bu kısımlar ilk 20 sayfada
anlatılanların tekrarı mahiyetindedir. Farklı olarak bu bölümde dilbilimdeki
gelişmelere değinilmiştir.
Bu bölümde Sami diller hakkında gerektiği kadar bilgi
verilmiş, ve Sami dillerin prototipinin Arapça olduğu, yani diğer Sami dillerin
Arapça’dan türediğini iddia edilmiştir. Bu görüşün kendisine ait olmadığını
İsrail’in kurulmasına kadar olan sürede genel kanının bu yönde olduğunu ama
özellikle İsrail’in kurulmasından sonra bu görüşe karşı çıkanların Arap fiil
sisteminin gelişmişliğini “geliştirme çabası” olarak gördüklerini söylemiştir. Arapçanın
diğer Sami dillerinin atası olduğu iddiasını kendince birtakım verilerle
delillendirmiştir lakin konuya dair bilgim bu görüşleri etraflıca tenkit edecek
düzeyde olmadığından sadece kafama takılan sorunları aktarmakla yetineceğim.
Anlamadığım nokta şudur,
Eğer diller ilahi kaynaklı değilse, yani yaratıcı tarafından
verili gelmediyse dillerin oluşumu en azından bir yere kadar basitten gelişmişe
doğru gitmek zorunda değil midir? Elbette gelişmiş dilden kopan, atasına göre
daha az gelişmiş diller de olabilir ama bunun Arapçaya da olmadığının delili
nedir?
Velev ki Arapça diğer Sami dillerin atası olsun. Arapçanın
diğer Sami dillere göre çok daha gelişmiş olduğu açıktır. Ama bu durumda Arapçanın
da bir atası yahut ataları olması gerekmez mi?
Elbette İbranicenin az gelişmiş olması Arapçaya temel teşkil
ettiği anlamına gelmez. Ama Arapçanın çok gelişmiş olması diğer dillere temel
olduğu anlamına niçin gelsin?
Birazdan söyleyeceklerim derin araştırmalara gerektiriyor
ama, dillerin zaman içinde geliştiği mi bozulduğu mu dilin o dönemki şartlarına
göre belirlenmez mi? Eğer cevap “evet” ise bunun ölçütü, yolu nedir ve Sami
diller içinde Arapçanın konumu neresidir?
Aslında hocamız Arapçanın Sami dillerin kökenini oluşturduğu
iddiasını sayfalarca delillendirmektedir lakin konuya dair bilgim hayli az
olduğundan delillerin ne manaya geldiğini dahi anlayamadım :)
Hocamızın tam olarak anlam veremediğim bir başka varsayımı
da sf. 182’deki 5. maddedeki varsayımıdır. İfadeyi aynen aktarıyorum: “Mademki
Arapça, diğer Sami dilleri içinde Proto-Semitiğe en yakın ve en eski dildir, o
halde, bu dillerde var olan kök anlamları da içermek durumundadır.”
İlk okuyuşta akla yatkın gelen bu varsayım içerisinde birkaç
problem barındırıyor gibi görünmektedir.
Bir dildeki kelimenin kendi kök anlamını barındırmakla
beraber zaman içerisinde türev anlamlarının öne çıkması oldukça yaygın bir
durumdur. Hatta Arapça için çok yaygın olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin q-r-e
kökü aslında toplamak anlamına gelirken süreç içerisinde kazandığı anlamlar
malumdur: okumak, regl dönemi vs. Salt metin okumasıyla kelimenin kök anlamını
tespit etmek ne denli mümkündür?
Bir dildeki kelimenin kök anlamını tespit etmek bu denli
zorken o dilden türeyen başka dillerdeki kelimelerin kök anlamlarını bulup,
oradan ata dile dönmek ne kadar mantıklıdır? Hocanın çalışması şuna benzemektedir;
QRE kökü üzerinden gidelim. Hocamız Kur’an’da geçen QRE
kökünün anlamını mevcut Arapça sözlüklerde doğru olarak tespit edemediğini
söylemektedir. Çözüm olarak Arapçadan türemiş İbranice, Akadça gibi dillerde
kelimenin izini sürmektedir. Evet İbranicede QRE kökü vardır ama sorun şudur
ki, İbranice kökü Arapçadan alırken kökün Arapçadaki anlam kümesinden ne
kadarını almış, aldıktan sonra aldığı kadarının üzerine ne kadar ve ne oranda
eklemelerde bulunmuştur? Öyle ki bunu dahi tespit etmiş olalım, kelimeye Kur'an içerisinde kökün asıl anlamını (asıl derken, aslında bunun çok da asıl olmadığını, yan dildeki anlamı olduğu yukarıda izah ettiğimi hatırlıyorum) değil de türev anlamını vermememiz gerektiğini neye göre söylemektedir? Bugün hangi Arapça kelime Kur'an'da kök anlamıyla kullanılmaktadır? Herhangi bir Kur'an sözlüğü okuyan birisi ne demek istediğimi çok net anlayacaktır.
Hocamız sf. 188’de durumun farkında olduğunu şöyle ifade
etmektedir: “Söz konusu anlam değişmeleri ilk göstergeden asla tam anlamıyla
kopmuş değillerdir. Söz konusu olan, göstergenin, yeni durumlar karşısında yeni
birtakım anlamlar kazanmasıdır.” Hocanın bu ifadesini teyit etmemiz mümkün
müdür? Her kelime için bu geçerli midir? Ayrıca yalnızca anlam genişlemesi mi
olmuştur? Anlam daralması olmamış, hatta anlam daralmasından sonra yeni
kazanımlar olmamış mıdır?
Oysa daha birkaç sayfa önce Türkçe
üzerinden örnek vererek kelimenin zaman içerisinde anlamının bütünüyle
değiştiğine örnek vermemiş midir? Verilen örnek şudur: “sakınmak
kelimesi geçmişte ‘kederlenmek, düşünmek, yaslanmak’ gibi anlamlara gelirken
günümüzde korunmak anlamında kullanılmaktadır” (sf. 184)
Hocamız anlam değişimlerinin sebeplerine değindiği 186-187. sayfalarda anlam değişimine sebep olanlar arasında din adamlarını da göstermektedir. Ki bu çok ilginç ve üzerine derin derin düşünülmesi gereken bir tespittir. Kitabın ilerleyen bölümlerinde bu gibi örnekleri sıkça vermektedir.
Ayrıca bir başka konu vardır ki, kitapta
bunun çözümüne dair herhangi bir atıf görmedim. Hocamızın metodunun doğru
olduğunu kabul etsek bile, gene hocamızın beyanına göre Eski Ahitte 500 farklı
kelime kökü bulunmaktayken Kur’an’da 1700’e yakın kök bulunmaktadır. Yani Kur’an
Eski Ahit’in 3 katı kadar kök barındırmaktadır. Üstelik Eski Ahit’te geçen
bütün kökler Kur’an’da geçmemektedir. Yani bu durumda Kur’an’da Eski Ahitten
1300 kadar farklı kök daha bulunmaktadır. Hocamızın bu köklerin anlam
tespitinde izleyeceği yol ne olacaktır?
SON SÖZ
Hocamızın çabalarının takdirle karşılanması gerektiği kanaatindeyim. İslam aleminin içerisinde bulunduğu bir sorunu görmüş ve bu sorunun üzerine cesaretle gidebilmiştir. Sorunun farkında olan ama kayda değer bir çözüm sunamayan alimlerimizle kıyaslandığında kendisinin en azından test edilebilir bir çözüm önerisinde bulunduğu açıktır. Belki ömrü yetseydi çalışmaları daha da derinleşir, olgunlaşırdı. Ama bu takdirimiz hocamızın hatalarını görmezden gelmemiz gerektiği anlamına gelmez. Zannımca hocamız apaçık hatalar yapmış, görüşünü desteklemek için Kur’an’ın hattının hatalı olduğunu iddia edebilmiştir.
Sin – Sad ayrımı konusunda Arapça
sözlüklerde ilgili kelimenin zaman zaman sin’li versiyonuyla da verildiğini-yazıldığını,
hatta bunun Kur’an’da da örneği olduğunu söylemesine rağmen (sırat kelimesinin
de bazı lehçelerde sin harfiyle yazıldığı görülmektedir) iddiasına getirdiği
deliller makul değildir. Hatta iddiası da makul değildir.
Çalışmanın bence en zayıf
noktası, yukarıda da işaret ettiğim gibi, tespit edilen anlamların Kur’an
üzerinde bağlayıcılığı konusudur. M.Ö. 2600 yılından kalma yazıtlardan yahut
Eski – Yeni Ahit nüshalarından tespit edilen anlamlar bağlayıcı değildir çünkü;
1) Aslolan kelimenin Kur’an’ın
nazil olduğu ortamda kullanılan anlamıdır. Kelimenin Kur’an’dan 2000 sene
önceki anlamı Kur’an için ne kadar bağlayıcı olabilir? Bugün “sakınmak”
dediğimizde hiçbir Türk evladı bu kelimeyi “düşünmek” olarak anlamamakta, “esirgemek, korumak”
anlamını anlamaktadır, kelimeyi bu anlamda kullanmaktadır.
2) Aynı dil ailesinden olsa da
misal Akadçada kelimenin kazandığı, kaybettiği, yeniden yorumlandığı anlamları
bir başka dil olan Arapçaya taşımak çok makul görünmemektedir.
3) Aslında hocamız da bunun
farkındadır. Sf. 327’de R-H-M kökü hakkında kurduğu “Daha da önemlisi, kök,
bize göre, Eski Ahit’te ve İncillerde, az da olsa kendini hissettiren ‘acımak,
merhamet etmek’ anlamını, tıpkı Akadçada olduğu gibi Kur’an’da hiçbir şekilde
taşımamaktadır.” cümlesiyle bu durumu ifade etmektedir. Kelimeler anlam
değişikliğine uğrar ve bir dildeki anlamı diğer dildeki anlamına tam anlamıyla
bağlayıcı değildir.
Lâkin hocamızın gözden
kaçırdığını düşündüğüm şey odur ki, “bağlam” denilen şey sihirli bir değnek
değildir. Evet bağlam kelimenin anlamını belirlemede etkin rol oynar ama
kelimenin anlamı da bağlamı belirlemede etkin rol oynar. Süreç çift taraflı
işlemektedir.
Kelimelere, bağlamdan öznel
yargılarla çıkardığımız sonuçlarla uyuşan Akadça anlamları vermek ne denli
makul ve makbuldür?
Çünkü yukarıda tekrar tekrar
anlattığım şey şudur ki; madem ki Akadça Arapçadan türeyen farklı bir dil, iki
dilde kullanılan kelimenin ortak anlamları olsa bile; Arapça’da Kur’an’ın nazil
olduğu dönemde o anlamda kullanıldığını nasıl tespit edebilirsin?
Ve gene hocamızın son derece
hatalı bulduğum bir diğer yaklaşımı da Kur’an kelimelerine anlam verirken Eski
ve Yeni Ahit’ten “bağlam belirleyici” olarak yararlanmaktan çekinmemesidir.
Bağlam belirleyici kısmını özellikle vurguladım çünkü –elbette tartışmaya açık
ve tartışılması gereken konu- ahit metinlerini sadece metin olarak
değerlendirip orada geçen kelimenin anlamını tıpkı Akadça yazılmış tabletleri
inceler gibi tespit etmeye çalışmak başka bir şeydir; o metinleri Kur’an
kıssalarının anlatılışındaki hataları tespit edecek otorite olarak görüp
Kur’an metnini onları referans alarak değiştirmek başka şeydir.
Tahrif edilmiş bir metinle tahrif
edilmiş olduğu sonucuna ulaşılan Kur’an metnini çift yönlü incelemeye tabi tutup
(sözde) sahih metne ulaşmanın aklen mümkün olmadığı kanaatindeyim. Burada
yapılması gereken Kur’an’a bütünüyle iman etmektir.
Bundan sonra kendimi tekrara
düşeceğim için yazıyı kitaptan birkaç alıntı bırakarak bitiriyorum:
“Çeviride Kur’an’ı
bir kitap olarak değil sözlü bir metin olarak görmek, tarihi arkaplanı okumak
gerek.” s. 33
“Allah, Kur’an’da
Hristiyanları Pavlus’un mektuplarına değil, İncil’e çağırmıştır.” sf. 51
“Anlam
değişmelerinin temelinde, özellikle kutsal dinî metinler söz konusu olduğunda,
din adamlarının dinî metinleri kendi dünya görüşlerini doğrulayacak şekilde
yorumlamaları yatmaktadır.” sf. 187
“Aynı durum
Eski Ahit için de geçerlidir. Gerçekten de Soferim adı verilen Kutsal
Kitap yazıcıları, Allah – insan ilişkisinde, Allah’a saygısızlık olacağı
gerekçesiyle, Tevrat’taki bazı âyetleri değiştirmekten geri kalamamışlardır.” sf. 188
Muhammed Batuhan ŞAHİN
[1], [2], [3]: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/581195